Nermin Bayçın, Milattan Önce Milattan Sonra programında, arkeolog Prof. Jacques des Courtils ile, kazı başkanlığını yaptığı Ksantos Antik Kenti hakkında sohbet ediyor:
Dinlemek için:
1. Bölüm:
2. Bölüm:
İndirmek için:
1. Bölüm: mp3, 37 Mb.
2. Bölüm: mp3, 34 Mb.
Nermin Bayçın: Ksantos’u ne zamandan beri kazıyorsunuz?
Jacques des Courtils: 20 yıl önce kazılara katıldım, 10 yıldan beri de kazı başkanı olarak kazıları sürdürüyorum. Kısacası 20 yıldır buradayım.
NB: Gerçekten uzun bir zaman… Ksantos’un anlamı nedir?
JC: Sözcük olarak sarı anlamına geliyor. İlkbaharda sert yağmurlarda nehrin rengi sarıya dönüyor. Büyük ihtimalle bu nedenle bu adı koymuşlar. Kentin adı da buradan gelmiş.
NB: İlginç. Tabi sonuçta doğayı çok iyi tanıyorlar, isimlerini de taşıyorlar. Evet, Ksantos’u nasıl ifade edersiniz, Likya uygarlığı içinde değerlendirebilir misiniz?
JC: Ksantos’u Herodot gibi antik dönem tarihçilerinden biliyoruz. Ksantos, Likya’nın ana kentiydi. Tam olarak başkent, merkez değildi, ama Likya’nın ilk zamanlarındaki en büyük kentiydi. Süreç içinde, tarihsel değişimlerle belki baştaki önemini biraz yitirdi. Ama bugün için, geriye kalan kalıntılara bakıldığında, Likya’nın halen en etkileyici kenti olarak öne çıkıyor.
NB: Ksantos’un Likya birliği içindeki önemi nedir, nasıl tanımlıyorsunuz?
JC: Onu diğer kentlere göre en önemli kılan olgulardan birisi, Ksantos beyinin Likya’nın ilk kralı olması. Bazılarını biliyoruz. Harpagos, Girgis, Arbinas gibi… Bu kişilerin kentte taşlar üzerinde bıraktıkları yazıtları var. Likya insanlarının öyküsünü, anılarını anlatan, kente kutsal değer katan şeyler.. Çok sonra Roma döneminde bile, önemi azalsa da, tüm ulus için kutsal bir yer olarak anlamını korumuş.
NB: BU kralların zamanı İsa’dan önce miydi?
JC: Evet, İsa’dan önce. Bildiğimiz ilk kral, İsa’dan önce 6. yüzyılın sonunda yaşamış. Aynı hanedandan olan son kral ise İsa’dan önce yaklaşık 380’de ölmüş. İskender buraya gelmeden önce.
NB: Ksantos’un Likya federasyonu içinde benzersiz bir kent olduğunu söyleyebilir miyiz?
JC: Evet, halen de öyle diyebiliriz, çünkü Likya medeniyetinin en çarpıcı kalıntılarını, eserlerini görebileceğiniz tek yer konumunda. Kentte inşa edilen evler, son derece etkileyici mezarlar, ki bunların arasında çok yakından tanınan dikme mezarlar dünyada benzersizdir, sadece Likya’ya özgüdür ve daha çok da Ksantos’a diyebiliriz.
NB: Bildiğim kadarıyla, buradaki Harpiler Anıtı da benzersizlerden biri ve bazı parçaları Britanya Müzesi’nde şu anda…
JC: Evet doğru. Kentin yeniden keşfedilmesi çok uzun bir süre sonra oluyor. 1838’de bir gezgin geliyor. Görünürde var olan tüm kalıntılar, heykeller ve mimari karşısında şaşkınlığa uğruyor ve Londra’ya döndüğünde gördüklerini anlatıyor. İnsanlar çok heyecanlanıyorlar ve ona destek sağlıyorlar. Bu şekilde üç kez buraya geliyor. O dönemlerde deniz yoluyla yolculuk, -Londra’dan geliyor çünkü-, gezi-araştırma yapmak çok zor bir olay. Bu anlamda öncü sayılır. Her kalışında, doğal ortamda tahribata uğramış, kırılmış, ot-çalı bürümüş heykel, kabartma gibi eserleri, mimari elemanları elinden geldiğince kurtarmaya çalışıyor ve onları Londra’ya götürüyor. Kuşkusuz, bugün için bu acı bir şey. Bu hazine şimdi Britanya Müzesi’nde, ama o zamanlarda tehlike altındaydılar ve kurtarıldılar.
NB: Evet, bir şekilde korundular ve günümüze kaldılar. Ksantos, sanırım yolların merkezinde, stratejik bir öneme de sahipti. Bu yönde bilgi verebilir misiniz?
JC: Evet. Ksantos, biraz da stratejik değere sahip bir yer olduğu için seçilmişti. Çünkü dediğiniz gibi merkezdeydi ve nehre yakındı, içme suyu temini yönünde. Ayrıca savunma açısından çok iyi bir konuma sahipti. Sağ tarafa gayet iyi bir kale yapmışlar kenti korumak için. Kesin olarak biliyoruz ki, kentin aşağısı, nehir arazisi bataklık topraklardı, nehrin yığdığı sedimentler ve taşmalarla. Dolayısıyla bu yönden saldırıya uğraması çok zordu. Saldırıya açık alanlara da sur duvarları inşa etmişlerdi. Böylelikle duvarların ardında, kentte güvenlikle yaşıyorlardı.
NB: O dönemlerde büyük savaşlar vardı o zaman.
JC: Evet. Biliyorsunuz, o dönemlerde, milattan önce 6. yüzyılın yarısında Anadolu ve Likya, Persliler tarafından işgal edilmişti. Ancak Persliler Ksantos’u almayı denemediler bile, çünkü imkânsızdı. Fakat Ksantoslular, kent vatandaşları, kendilerini savunmak için dışarı çıktılar ve hepsi öldüler. Eğer sur duvarları ardında kalsalardı gelecek daha farklı olabilirdi belki.
NB: Evet.. İskender’den sonra da böyle acı bir öyküleri daha var…
JC: Evet. Roma çağında. Sivil savaş döneminde, İmparator Augustus ile Julyus Kayzer’i öldüren Brütus arasındaki… Ksantos çevresinde çok sert bir çatışma oluyor ve kent küle dönüyor. Antik dönem tarihçileri, Ksantosluların kendilerini kentin duvarlarından nehre atarak intihar ettiklerini yazarlar. Dramatik bir hikâye, ama kesinliğinden emin değiliz.
NB: Evet… 20 yıldır burayı kazıyorsunuz. Kentin planı, en önemli kısımları hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Bugüne kadar açığa çıkardıklarınızla ve en yeni olanlarla ilgili…
JC: Kent planı hakkında bildiklerimizi özetlemeye çalışayım. Başlangıçta kentin çok küçük olduğunu söyleyebilirim. İçinde krala ait bazı evlerin de olduğu, kentin kutsal, tapınım alanı yani akropolisi vardı sadece. Ve sadece bu bölümde yaşanıyordu. Öte yandan, kent çok küçük olmasına rağmen, savunma nedeniyle çok geniş sur duvarları yapmışlar. İnsanlar, içeride, dışa kapalı ortamda böyle korunabilmişler. Sonra, yavaş yavaş, içeriye girenlerle iskân artmış ve evler inşa edilmeye başlanmış. Nüfus da böylelikle yavaş yavaş artmış. Ama çok ilgimizi çeken, merak ettiğimiz bir durum söz konusu Ksantos için; Bildiğiniz gibi Roma döneminde, İsa’dan önce 1. ve İsa’dan sonra 1. yüzyılda yaşamış olan imparator Augustus’ün zamanlarında kentler çok kalkınıyor ve gerçek kentlere dönüşüyor, tiyatroları, büyük, geniş caddeleriyle ve diğer birçok ögelerle.. Roma çağının tüm antik kentlerinde görebileceğiniz gibi. Fakat burada, Roma ve öncesinde, kentin yarısı boşalmış görünüyor, sadece kralın kaldığı, az sayıda insanın ona eşlik ettiği, köylülerin de ara ara geldiği bir yer. Adeta bir köye dönüşmüş. Kent olarak tanımlamamız zor, bir barınak yerleşmesi gibi daha çok.
NB: Burada kazılan en önemli kalıntılar ve objeler nelerdir?
JC: Son 3-4 yıldır, kentin merkezine ağırlık verdik. Kentin, büyük caddesini, , bulvarını, avenüsünü açığa çıkardık. Çok geniş, 11 metreden fazla. Muhteşem taşları, Türkçe söylersek döşemesi var. Ve çevresinde birçok yapı.. Fakat Ortaçağ döneminde yıkılmışlar. Ne yazık ki görünürde, ayakta değiller. Ksantos’u ziyaret ettiğinizde çok sayıda kilise görebilirsiniz. Çünkü 4. ve 5. Yüzyıllarda pek çok kilise inşa edilmiş Ksantos’ta. Bir tanesi çok iyi konumda. Yaklaşık 1000 metre mozaik gün ışığına çıkarıp temizledik. Çok çok iyi. Tahrip olmamış. Hepsini korumaya aldık. Üstlerini çatıyla, kum ve örtülerle kapadık. Çoğu görünürde değil şu anda. Kent duvarlarının bir kısmı görünür halde. Gerçekten hayranlık uyandırıcı. Mükemmel bir işçilik, zanaat çalışması söz konusu. Görmeye değer pek çok eser var. Ksantos’un en önemli anıtı, Britanya Müzesi’nde olduğunu söylediğimiz, son kralın mezarı, İsa’dan önce 4. Yüzyılın başında yaşamış olan Arbinas. Kendisi için olağanüstü güzellikte, mermerden bir mezar inşa ettirmiş. Yüksek kalitede heykellerle, kabartmalarla süslediği… Bu yapı şimdi Londra’da. Bu anıtın ünlü Halikarnassos, Bodrum mozeleumun modeli olduğu anlaşılıyor. Tapınak görünümlü mezar anlayışının çıkış yeri, fikri. Ksantos’tan Halikarnassos Kralı Mausolos’a ilham olan… Düşlerimizden biri de bu anıtı, yani Nereidler anıtının kopyasını burada mermerden yeniden yapmak ve asıl yerine koymak.
NB: Gerçekten muhteşem olur. Gelecekteki projelerinizi de paylaşmak isteriz, ama önce kent içinde biraz daha dolanıp anıtları tanıyalım dilerseniz. Bu anıt, Harpi Anıtı da, krala ait olan, arkeoloji dünyasında çok ünlü sanırım.
JC: Evet. Harpi Anıtı gibi dikme anıtsal mezarlar, hayli sıra dışı. Benzeri yok. Başka bir yerde göremezsiniz. Harpi Anıtı da en çarpıcı örneği. Çünkü rölyefleriyle birlikte çok iyi korunmuş durumda. Ama tabi, orijinal mermer rölyefleri Britanya Müzesi’nde ancak orijinal yerlerine konulmuş kopyaları çok iyi. Mezar halen ayakta, tiyatronun, Ksantos agorasının yakınında,. Bu dikme mezar büyük ihtimalle İsa’dan önce 5. Yüzyılın başında inşa edildi, Ksantos kralı tarafından. Kralın ismini bilmiyoruz çünkü mezar üzerinde adı yazılmamış, kim olduğunu bulabilmemiz yönünde de bir ipucu yok. Ama sonuçta önemli bir kişi olduğu belli ve kendisi için yaptırdığı bu mezarı mermerden rölyefler, kabartmalarla donatmış. Kabartmalardaki üslup Yunan kökenli. Buradan bu kralın dönemin Yunan kültürüne ilgi duyduğunu ve heykeltıraşın da Yunanlı olduğunu düşünüyoruz. Yaklaşık 30 ton ağırlığında olan taş dikme ki olağanüstü, inanılmaz büyüklükte yontulmuş yekpare bir parça, tipik Likya mezarını simgeliyor ama Yunan stilinde dekore edilmiş. Yunan ve Likya özgün kültürlerinin karışımı olan çok ilginç bir örnek.
NB: Mezardaki bu üslubu nasıl yorumluyorsunuz? Buna bir kültürün üslubu da diyebiliriz aynı zamanda sanırım. Kökenleri ne olabilir, bu konuda araştırma yapıyor musunuz?
JC: Elbette. Çünkü hayli ilginç bir olgu. Bölgedeki günümüze kalmış mezarların çoğu geometrik ve sade bir şekilde dekore edilmiş. Tanımlamaya girişince, onların aslında ahşap yapıların bir imitasyonu olduğunu görebilirsiniz. Buradan, yerel mimarinin ilk başlarda yalnızca ahşaba dayalı olduğunu anlıyoruz. Ama zamanla bölgenin insanları taşları yontmayı öğrendiler. Ve ahşap yapılarının karakterini taşa yansıttılar. Daha ileri bir aşamada Yunan sanatından etkilendiler ve kopyalarını yapmaya başladılar. Böylelikle kendi geleneksel sanatları ve Yunan sanatının bir karışımını meydana getirdiler. Aynı olguyu yazıtlarda da izleyebilirsiniz. Taşlara kazınmış pek çok yazıt var. Tümü Likçe yazılı. Ama bunun yanında her iki dilde, Likçe ve Yunanca çevirisi olan yazıtlar da söz konusu. Ama hikâyenin sonunda Likçe yazıtlar yok oluyor ve yalnızca Yunanca geriye kalıyor. Yunan kültürü sonunda özgün geleneksel kültüre baskın geliyor.
NB: Yerli kültürün Yunan ve Roma dönemi boyunca özgünlüğünü koruduğunu düşünüyor musunuz?
JC: Bunu söylemek zor. Ama Likyalıların Bizans döneminin başlarına, belki İsa’dan sonra 5., 6. Yüzyıla dek kendi dillerini konuştuklarından eminiz. Çok uzun bir süre. Yunan ve Roma hakimiyetinden sonra bile.. Köylüler, dağda yaşayan insanlar kuşkusuz Likçe konuşmayı sürdürdüler.
NB: Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Genelde Likyalıların bağımsızlıklarına düşkün olduklarını düşünüyoruz. İşte, dillerini, kültürlerini tüm bu Yunan ve Roma dönemlerinde, yüzyıllar boyunca korumuşlar. Buradan yola çıkarak onların güçlü olduklarını söyleyebilir miyiz?
JC: Evet. Kesinlikle haklısınız. Tüm ülke genelinde Likya nüfusunun oldukça kalabalık olduğu anlaşılıyor. Bölge haritasına baktığınızda da bunu görebilirsiniz. Antik Likya’da pek çok kent var. Sayısı 50’yi aşıyor. Bu gerçekten çok şaşırtıcı. Yunanistan, Roma ve Anadolu’nun geri kalan kısmında birçok büyük, küçük kent var ama bu kadar çok değil. Buradaki yoğunluk çok yüksek düzeyde. Bu kadar çok sayıda kent olmasını, Likyalıların kendi kültürlerini muhafaza etme yönünde, kapasitelerinin, yeteneklerinin yüksek oluşuna bağlıyoruz, aynı geleneğe sahip olmayan diğer kültürlerle kıyaslandığında..
NB: Evet.. Tekrar kente, Ksantos’a dönersek, buradan tiyatro görünüyor. Kapasitesi ne kadardı, ne kadar insan alıyordu?
JC: Bunu söylemek zor, çünkü Bizans döneminde tiyatronun bir bölümü yok edilmiş. Ama kapasitesinin 2500 kişiden fazla olduğunu tahmin ediyoruz.
NB: Meşhur Harpi Anıtı’nın tiyatronun hemen üstünde yer aldığını görüyorum. Tiyatro ve mezar nasıl bu kadar yakın, bir arada olabiliyor?
JC: Evet, bu hayli şaşırtıcı bir manzara. Nedeni, mezarın tiyatrodan önce yapılmış olması. Tiyatroyu inşa etmek için en uygun yeri seçmek durumundaydılar. Dolayısıyla doğal yamaç tiyatro için idealdi. Ve kraliyet mezarlığı ile tapınım mekânının bulunduğu yerin ortasına, yani yamaca kurdular. Bizim için hayli garip bir durum. Daha ilginci, bu mezarları yıkmak yerine korumaları. Çünkü geçmiş zamanlara aitler. Hanedanlık çoktan yok olmuş gitmiş. Kimsenin artık anımsamadığı. Ama korumuşlar. Ve örneğin bir dikme mezarı yıkmak yerine kenara taşımışlar tiyatroya yer açmak için. Böylesi bir mezarı taşımak çok zor bir olay. Daha önce de söylemiştim bu dikmeler çok çok ağır. 20 tondan fazla. Operasyon çok zor olmuş olmalı. Sonuçta geçmişleriyle çok gurur duydukları anlaşılıyor. Kendi tarihlerine ait bu mezarları bu şekilde korumaya çalışmışlar.
NB: Bu söyledikleriniz gerçekten çok ilgi uyandırıcı. Patara’dan gelirken, aşağıda, yol boyunca her yönden bu mezarları görebiliyordum. Sanırım nereye inşa edeceklerini çok iyi biliyorlardı.
JC: Evet, kesinlikle doğru. Mezarlar, yoldan, çevreden görülebilmesi amacıyla en uygun yere yerleştirilmişler. Örneğin, en etkileyici mezarlardan biri olan Nereidler anıtı için gerçekten çok ideal bir yer seçmişler. Kilometrelerce öteden onu görebilirdiniz. Açık havada, güneş ışıkları altında muhteşem görünüyor olmalıydı.
NC: Kesinlikle öyle. Ksantos ve Letoon’un Unesco dünya miras listesine alınmasındaki kriterlerden bahseder misiniz?
JC: Esas nedeni, Likya uygarlığına ait var olan bu kalıntıların benzerlerine hiçbir yerde rastlanılmaması. Korunması gerekli çok önemli varlıklar. Bu nedenle Unesco Dünya Miras Listesi’ne alındılar.
NB: Peki tatmin edici yararlar sağladı mı, korunması yönünde bugüne kadar herhangi bir çalışma yapıldı mı?
JC: Koruma biraz sembolik kaldı ama kuşkusuz semboller de önemli. Miras listesine alınması insanların, bilim dünyasının Ksantos’a dikkatlerini çekti. Bu iyi bir şey. Aynı zamanda sorumluluğumuzu artırdı. Biz, arkeologlar, bildiğiniz gibi, kazılar yapıyoruz, geçmişin kültürel varlıklarını inceliyoruz. Ama kamuoyuna fazla yansımaz çalışmalar. Ama şimdi dünyadan insanlar gelip kazılar nasıl gidiyor, neler yapıyorsunuz, böylesi önemli bir yeri korumak yönünde elinizden geleni yaptığınızdan emin misiniz şeklinde sorularla ilgilerini ve paylaşım isteğini aktarıyorlar.
NB: Ksantos ile ilgili gerçekte beklentileriniz neler, koruma ve restorasyon yönünde?
JC: Biraz komplike bir konu bu. Tabi sadece Ksantos için geçerli değil. Her yer için söz konusu. Evet, arkeologlar kazı yapıyorlar ama aynı zamanda tahrip ediyorlar. Elbette eserleri, kalıntıları tahrip etmiyoruz. Ama onları açık havaya çıkarıyoruz ve güneşten, yağmurdan, rüzgârdan, turistten etkilenmeye, bozulmaya başlıyorlar. Tehlike altına giriyorlar. Toprak altında daha emniyetli ve sakinlik, sessizlik içinde dururlarken.. Açığa çıkardığımızda tüm tehditlere açık hale geliyorlar. Bu nedenle onları korumak zorundayız. Ve bu çok zor. Çünkü üzerlerine korunaklar, çatılar yapmak zorundayız ve bunlar çirkin bir görünüm yaratıyor. Öte yandan anıtsal yapıların restore edilmesi gerekiyor ama bu çok çok pahalı bir olay. Son teknolojiyi kullanıyoruz. Turistlere gelince, çok önemli kuşkusuz. İnsanların bilgilenmesi, öğrenmesi.. Ziyaretçiler anlamak istiyorlar, bu çok normal. Ve onlara açıklamak zorundayız. Açıkladığımızda doğal olarak yapıları, heykelleri görmek istiyorlar. Bir şey göremediklerinde, yapının, anıtın tamamını göremediklerinde anlayamıyorlar. Ve onları neden yeniden inşa etmiyorsunuz diye soruyorlar size. Biz arkeologlar, binayı yeniden ayağa kaldırmak gibi bir şeye ihtiyaç duymuyoruz. Çünkü onu gayet biliyoruz. Üzerine kitap yazabiliriz, çizebiliriz, açıklayabiliriz. Böyle bir soruyla da karşılaştığımızda şaşırıyoruz ama onlar arkeolog değil ve biz de bunun farkına varıyoruz. Anlamak için yardıma ihtiyaç duyduklarını görüyoruz. Bu sizin tarihsel varlıkları ele alış biçiminizi yönlendiriyor, bu binayı yeniden ayağa kaldırabilir miyim diye düşünmeye başlıyorsunuz. İnşa için gerekli tüm modern malzeme, beton, taş, vesaire, büyük bir yekûn tutuyor. Restorasyona yatırdığınız para, araştırmaya ayıracağınız bütçeden çok yüksek.
NB: Evet, restorasyon için gerçekten çok ciddi finansal kaynak gerekiyor. Fikir verebilmek amacıyla bir örnek verebilir misiniz? Bir projenin örneğin..
JC: Birkaç yıl önce Letoon’daki Leto Tapınağı’nı ayağa kaldırmak için bir projeye başladık ve 4 yıllık çalışmada her yıl 300.000 eurodan fazla para harcandı. Ve çalışmalar daha bitmedi..
NB: Evet, Letoon’u gördüm. Proje devam edecek elbette. Belki, geçmişte olduğu gibi, inşa olayının neden çok zor olduğunu anlatmakla başlayabilirsiniz,.. bir yapının geçmişte nasıl inşa edildiğini anlatmakla başlayabilirsiniz. O zamanlarda da çok çok pahalı ve zor olmalıydı sanırım.
JC: Evet, doğru. Ama bir fark vardı. Yapımı uzun sürüyordu. Bugün bir evin inşası 3 ya da 4 ayda tamamlanıyor. O dönemlerde bir evin yapılması 3-4 yıl alıyordu. Bir tiyatronun inşaatı 5 yıl, bir tapınağın 10 yıl sürüyordu belki. Hatta daha fazla. Örneğin İyonya bölgesindeki Didima, Didim Tapınağı hiç bitirilemedi, 5-6 yüzyıl boyunca sürdü gitti.
NB: Evet, bu kazı sezonunda hangi proje üzerine çalıştınız, hangi alanda kazı yaptınız? Önceki programda kentin günümüze kalmış kalıntıları, anıtları üzerine konuşmuştuk. Tiyatrosu, ünlü Nereid ve Harpi anıtları.. ve bir kiliseden bahsetmiştiniz, muhteşem mozaikleri olan. Bu tiyatronun yakınında olan mıydı?
JC: Hayır değil. Kentin, Ksantos’un öbür yakasında, doğu bölümünde. Bu mozaiklerin tamamı restore edildi. Ziyaretçi için sergilenebilmesi için üzerini çatıyla örteceğiz. Ama bu o kadar kolay değil. Mimarisinin güzel, uygun olması gerekiyor. İyi olmayan bir şey yapamayız, ucuz malzeme kullanamayız. İyi bir mimar ve çok para bulmamız gerekiyor, güzel bir şey ortaya çıkarabilmemiz için. Şu anda, çok kötü bir durumda olan Ksantos Tiyatrosu’nun restorasyonunu yapıyoruz. Çok büyük bir proje. Bitirebilmek için yeterli parayı bulabileceğimizden emin değilim çünkü gerçekten büyük paralar.. Bundan başka, kentin ana caddelerini gün yüzüne çıkarıyoruz. İyi korunmuş durumdalar. Ve ziyaretçiler çok etkileniyorlar. Bu çalışmada zorlanmıyoruz. Çünkü sadece toprağı kaldırıyoruz. Ama tabi büyük bir toprak hafriyatı söz konusu. Ayrıca, geçen hafta söylediğim gibi, Nereidler Anıtı projemiz var. Bu anıt Londra’da Britanya Müzesi’nde. Orada kalıyor. Ama orası ya da başka yer, her halükarda bir müzede korunması gereken bir yapıt. Biz onun kopyasını yapmayı ve Ksantos’ta orijinal yerinde sergilemeyi çok arzuluyoruz. Son teknolojiyi kullanarak. Önce üç boyutlu taramasını gerçekleştireceğiz. Ve ardından otomatik sistemle mermeri oyup inşa edebileceğiz. Bu da hayli büyük bir proje.
NB: Sanırım tüm bu projeler için bir değil, birçok sponsorun desteği gerekiyor
JC: Kesinlikle doğru. Sponsorlarımıza bir günlük, bir haftalık ya da bir aylık destek bile verdikleri takdirde bu anıtları yüzlerce yıl daha yaşatabileceğimizi ve buraya yazacağımız isimlerinin, şirket adlarının da onlarla birlikte yüzyıllar boyunca kalacağını, anılacağını söylüyoruz.
NB: İyi bir fikir gerçekten. Krallar gibi.. Yaptıkları anıtlar 2000 yılı aşkın burada. Sponsorların adları da burada sonsuz süre kalabilir. Evet, bir ziyaretçi geldiğinde neler görecek burada, tiyatro, akropolis, anıtlar, mozikler.. Bu arada, bazı mozaikler, küçük parçalar ama gelenler tarafından sökülüp alınmış.
JC: Evet. Bu mozaikler için büyük bir tehdit çünkü, bunu söylemem tuhaf olacak ama, maalesef, çok mozaik var. Her yerde. Ve hepsini korumak zorundayız. Ama çok zor. Bir uzmanımız, Türk kendisi, kentin tüm mozaikleri üzerinde her yıl çalışıyor. Çok iyi bir restoratör. Ama bu gidişle işi hiç bitmeyecek gibi görünüyor.
NB: Evet Ksantosta çok fazla mozaik var. Ksantos büyük bir kent miydi?
JC: Antik dönem standartlarına göre orta büyüklükte bir kentti. Modern Kınık’tan daha küçüktü tabi.
NB: Likya Birliği, yönetimi nasıldı gerçekte? Likya Birliği’nin, idarenin ilk demokratik sistem olduğu yönünde tartışmalara tanık oluyoruz son dönemlerde.
JC: Büyük olasılıkla doğru. Ama ilk olduğu yönünde kesin bir bilgiye sahip olamıyoruz antik kaynaklara baktığımızda. Her kentin temsilcisi olan bir tür federasyondu. Temsilci sayısı kentin nüfusuna göre belirleniyordu. Likya’da 6 büyük şehir, yaklaşık 15 de orta düzeyde yerleşim vardı. ve 20 ya da 30 küçük .. 6 büyük kentin her biri 3 temsilciyle temsil ediliyordu.
NB: Ksantos da?
JC: Ksantos dahil. Patara ve diğerleri. . Bir araya gelip toplanıyorlardı ve tüm önemli konularda karar alma yetkileri vardı. Gerçekten şaşırtıcı bir örgütlenme. Antik dönemlerde bir ikinci örneğine rastlamıyoruz.
NB: Ama tam olarak bilinmiyor henüz..
JC: Yönetim hakkında kesin ayrıntıları bilmiyoruz. Ama bir başkanı, rahibi, sekreteri, ordu komutanı vardı. Ama yetke sınırlarını bilmiyoruz
NB: Peki ya Likya’nın kadınları hakkında ne biliyoruz?
JC: Bu büyük bir soru işareti çünkü tarihçi Herodot Likyalı kadınların erkeklerden daha fazla öneme sahip olduklarını yazmış. Soyun anne tarafına bağlanması.. Ama mezar yazıtlarında daima babanın adını verildiğini görüyoruz. Sonra oğul. Baba mezarda en iyi yerde, eşi ise ikincil konumda betimlenmiş hep.
N: Ne üzücü.. Pers, Yunan ve Roma dönemlerinden önce, Likya’nın esas yerlilerine ait kalıntılar hiç buldunuz mu?
JC: Evet. Şu anda Likyalıların akropolisinde küçük bir yer kazıyoruz. Yunan öncesi döneme ait evler. Fakat ne yazık ki, çok az. Geriye kalanlar sadece duvarların alt bölümleri. Seramikler de öyle. Bazıları Yunanistan’dan ithal edilmiş. Yabancı etkisini gösteriyor. Ele geçenler bu kadar. Gerçekten çok az ama Likyalıların yerel, özgün kültürlerine ait yegâne buluntular olarak önemlerini koruyorlar.
NB: Anıtlar da dahil, İsa’dan önce 6. Yüzyıla tarihleniyorlardı sanırım.
NB: Evet, küçük buluntulardan bahsedersek, neler açığa çıktı, en önemli yazıtlar ve objeler neler şu anda Fethiye Müzesi’nde olan?
JC: Son yıllarda ortaya çıkardığımız en önemli eserlerden birisi taşa oyulmuş kabartmalar. Kentin güneydoğusunda ele geçti. Büyük olasılıkla çok önemli bir Likya anıtına aitti. Yerini bilmiyoruz çünkü kabartmalar daha geç dönemlerde başka yapılarda kullanılmış. Rölyeflerde aslan, boğa gibi hayvanlar işlenmiş. Tipik Anadolu üslubunu yansıtıyorlar. Frig ve neo Hitit kültürleriyle bağlantılı. Büyük ihtimalle, İsa’dan önce 7. Yüzyıla aitler ve Ksantos’ta bugüne kadar bulduğumuz en eski eserler. Gerçekten çok önemli. Şimdi Antalya Müzesi’ndeler. Bunun dışında, çoğu Roma dönemine ait çok sayıda yazıt gün yüzüne çıkardık. Ama İskender, Hellenistik döneme tarihlenenler de var. Bol miktarda keramik parçası ya da kırığı çıkardık. Parça ama bildiğiniz gibi, arkeologlar için bu küçük kırık parçalar çok önemli, anıtları, binaları, tabakaları ve dönemleri tarihlendirebilmek için. Ksantos’ta bulduğumuz çanak çömlek parçası çoğunluk yerel üretim. Ama bazıları ithal. Örneğin, Suriye’den, Mısır ve Kıbrıs’tan örnekler. Çok azı ise Kuzey Afrika ve İtalya’dan.
NB: Çok ilginç.. çok önce, binlerce yıl önce Ksantos’un coğrafyası nasıldı? Patara örneğin limandı, Ksantos nasıldı?
JC: Büyük olasılıkla Ksantos kenti, Patara limanına bağlıydı. Patara ve Likya’nın tüm diğer kıyı kentleri oldukça ilginç bir konuma sahiptiler. Antik dönemdeki tekneler rüzgâra bağımlıydılar. Rüzgârlar gemilere Mısırdan ya da Libya’dan İtalya’ya, kuzeye direk seyir imkânı vermiyordu. Bu nedenle Likya’nın kıyıları boyunca gitmek zorundaydılar. Tabi Likya kentlerinin limanlarına uğruyorlardı. Liman kentleri bu yabancı gemiler üzerinden yapılan ticaretle önemli kazançlar elde ediyorlardı.
27 Ağustos 2009 ve 3 Eylül 2009 tarihli Milattan Önce Milattan Sonra programlarında iki bölüm olarak yayınlanmıştır.